Bizi Gö­zü­müz­den Vur­du­lar

Reklam
Reklamı Gizle

Far­kın­da­yım, ya­zı­la­rı­mın azım­san­ma­ya­cak önem­li bir kısmı hal ve ah­va­li­mi­ze dair eleş­ti­ri üze­ri­ne. Zira iman id­di­asın­da bi­rey­ler sı­fa­tıy­la yer­yü­zü­nün mi­ras­çı­la­rı ola­rak inşa ve ihya edil­me­si ge­re­ken ada­le­tin, ye­şer­me­si ge­re­ken ümi­din, kök sal­ma­sı ge­re­ken sev­gi­nin ve her ta­ra­fı cen­ne­tin ren­gi­ne bu­la­ya­cak mer­ha­me­tin gö­rev­li­le­ri sanki biz­le­riz gi­bi­me ge­li­yor ve bu hüsnü zan­nım zih­nim­den yü­re­ği­me akan ke­li­me­ler­le ge­ce­ler boyu göz­le­ri­me kum ka­çı­rı­yor.
Kö­tü­lü­ğün si­ya­hı­nı bu kadar ar­tır­dı­ğı bu paslı ik­lim­de, “faili meç­hul” bunca can kı­rı­ğı­nın üze­rin­de hangi bi­ri­miz kendi par­mak iz­le­ri­mi­zi gö­re­bi­li­yo­ruz bil­mi­yo­rum ama sa­nı­rım bu “görev bi­lin­ci” en azın­dan benim cep­hem­de son ne­fe­si­me kadar sü­recek gö­rü­nü­yor.
Ona da ced­di­ni­ze de rah­met olsun; rah­met­li dedem “bizi gö­zü­müz­den vur­du­lar” derdi hep.
Gün geç­tik­çe, fark et­tik­çe, his­set­tik­çe, yü­re­ği­me yük et­tik­çe bu vu­rul­ma­nın şid­de­ti­ni de ‘nasıl’ını da ‘niye’sini de daha iyi kav­rı­yo­rum sa­nı­rım.
Evet, biz gö­zü­müz­den vu­rul­duk ma­ale­sef.
Dok­san­lı yıl­la­rın ba­şıy­dı.
Bu­gün­kü ‘ben’ mer­kez­li, buram buram nar­si­sizm kokan bu yaşam bi­çi­mi ev­le­ri­mi­ze, iş­le­ri­mi­ze, iliş­ki­le­ri­mi­ze ve ora­dan da yazık ki zi­hin­le­ri­mi­ze önce ek­ran­lar­dan sızdı. O ek­ran­lar­da klip­ler dön­me­ye baş­la­dı­ğın­da, özen­di­ri­ci ‘mo­dern batı(!)’ ya­şa­mı­nı önü­müz­de­ki siyah beyaz ek­ran­lar­dan evi­mi­ze “gönül rı­za­sı ile” buyur et­ti­ği­miz­de, ge­le­ce­ğin te­mi­na­tı genç­le­ri­miz yazık ki ku­ra­ma­dı­ğı­mız ve sa­de­ce eleme üze­ri­ne bina et­ti­ği­miz eği­tim sis­te­mi­miz ile “ama­cı­nı” yi­tir­di­ğin­de, ço­cu­ğu­nun bo­ğa­zın­dan helal lokma ge­çir­mek için ge­ce­si­ni gün­dü­zü­ne katan ba­ba­la­rı­mız pa­ray­la başa çık­ma­ya baş­la­dı­ğın­da, ab­dest­siz ha­mu­ra do­kun­ma­yan an­ne­le­ri­miz ara­mız­dan ay­rıl­dı­ğın­da, gönlü dualı çı­nar­la­rı­mı­zın uy­ku­nun bile uy­ku­da ol­du­ğu dem­ler­de et­ti­ği ses­siz, gözü yaşlı du­ala­rın se­da­sı ke­sil­di­ğin­de ma­su­mi­yet denen hu­zu­run o ef­sun­lu anah­ta­rı­nı da kay­bet­tik sanki Far­kın­da ol­du­ğu­nu­za emi­nim.Pa­ra­nın ve güç ze­hir­len­me­si­nin hemen her şeyi soy­suz­laş­tır­dı­ğı bu çağda; be­de­nin in­sa­nı sa­de­ce dün­ya­ya bağ­la­yan bir va­sı­ta ol­du­ğu­nun erin­cin­de, ide­al­le­ri­nin pe­şin­den yü­rü­yen, ya­lan­cı im­ge­ler dün­ya­sı­na, makam ve mevki kay­gı­sı­na, para ka­za­na­yım da ken­di­mi daha güçlü his­se­de­yim nev­ro­zu­na ya­ka­lan­ma­mış; yan yol­la­ra sap­ma­yı be­ce­re­me­yen, bir pun­du­na ge­ti­rip de bozuk dü­zen­den ne­ma­lan­ma­yan, onu­ru­nu ko­ru­mak adına bir ömrü açlık sı­nı­rın­da ya­şa­ma­yı göze alan in­san­la­rın sa­yı­sı suyun tuzu erit­me­si mi­sa­li gün­den güne aza­lı­yor.
Onlar aza­lık­ça da biz, ahlâk ve ada­le­tin kı­la­vuz­lu­ğu­nu unu­tu­yor; ha­ya­tın as­lın­da öte­ki­ni duyma ve öteki ta­ra­fın­dan du­yu­lup an­la­şıl­ma ça­ba­sı ol­du­ğu­nu kalp bil­gi­miz­le artık oku­ya­maz hale ge­li­yo­ruz.
Dü­şe­ni kal­dır­mak, düş­kü­ne mer­ha­met etmek, ezi­len­le saf tut­mak, hak­sız­lı­ğa baş­kal­dır­mak, dar­lı­ğa ge­niş­lik zora ko­lay­lık olmak gibi kadim de­ğer­le­ri­miz de adım adım geç­mi­şi­mi­zi tozlu raf­la­rın­da birer nos­tal­ji ola­rak ka­lı­yor.
Çünkü ma­su­mi­ye­tin pı­lı­nı pır­tı­sı­nı top­la­ya­rak ara­mız­dan ay­rıl­dı­ğı o gün­ler­den beri onun bo­şalt­tı­ğı yeri fitne ve fesat dol­du­ru­yor. İnsan­lı­ğın yü­kü­nü serçe kadar yü­re­ği­ne sığ­dı­ran söz ve hayat us­ta­la­rı ara­mız­dan birer birer çe­ki­li­yor. Ti­ca­re­ti­miz yalan do­lan­la, si­ya­se­ti­miz ki­şi­sel ikbal he­sap­la­rıy­la, iti­ma­dı­mız hırs ve ha­se­din ze­hir­li ok­la­rıy­la, li­ya­kat ve eh­li­ye­ti­miz ise sa­da­kat sap­lan­tı­sı ile gün­den güne ze­hir­le­ni­yor.
Evet, re­fa­hı­mız ar­tı­yor belki ama ma­ne­vi­ya­tı­mız kay­bo­lu­yor! Ara­mız­da halen vü­cu­du ab­dest­li olan­la­rı­mız var belki ama zi­hin­le­ri­miz de yü­rek­le­ri­miz de envaı çeşit ne­ca­set­le tıka basa dolu. Zihin ve do­la­yı­sıy­la niyet necis olun­ca uzuv­la­rın temiz ol­ma­sı yet­mi­yor tabi ki. Çünkü ümit­siz­lik ve amaç­sız­lı­ğın her ta­ra­fı yoğun bir sisle kap­la­dı­ğı; in­san­la­rın ya­rış­tı­rıl­dı­ğı, ka­zan­mak uğ­ru­na her şeyin mubah sa­yıl­dı­ğı, itiş ka­kı­şın özel­lik­le is­ten­di­ği, esa­re­ti al­tı­na gir­di­ği­miz çe­şit­li bo­yut­ta­ki ek­ran­lar­dan günün yirmi dört saati “mem­le­ket­te sanki iyi ve güzel hiç­bir şey yok­muş gibi” kö­tü­lü­ğün so­kak­la­rı­mız­da kur­du­ğu kral­lı­ğın port­re­si­ni çiz­mek için can atan ve insan ru­hu­nun ka­ran­lı­ğa gö­mül­dü­ğü sah­ne­le­rin pom­pa­lan­dı­ğı bu­gün­kü kül­tür artık bi­rey­sel re­ka­bet üze­ri­ne ku­ru­lu.Mil­yon­lar­ca in­sa­nın ef­sun­lan­mış bir halde ekran ba­şı­na ki­lit­len­di­ği te­le­viz­yon di­zi­le­ri­nin ne­re­dey­se ta­ma­mı si­ya­hı üstün kı­la­rak dün­ya­yı bize ol­du­ğun­dan daha ka­ran­lık gös­te­ri­yor ve in­san­lar, çi­vi­le­nip kal­dık­la­rı bu ek­ran­lar­dan al­dık­la­rı “kim­se­ye gü­ve­nil­me­me­si, mer­ha­met­ten maraz do­ğa­ca­ğı” me­saj­la­rı­nı ya­şam­la­rı­na nak­şe­di­yor!
Ama ina­nın sa­de­ce bu kadar değil.
Zira bu ek­ran­lar sa­ye­sin­de; göz­le­ri­ne so­ku­lan ve zi­hin­le­ri­ne zerk edi­len sah­ne­ler için­de re­ka­bet­çi, itiş- ka­kı­şa da­ya­lı, güçlü ola­nın ayak­ta kalıp altta ka­la­nın ca­nı­nın çık­tı­ğı, ca­hi­li­ye dö­nem­le­ri­ne rah­met oku­tan bir dünya dü­ze­ni için­de; gücün her şeyi meş­ru­laş­tı­ra­bil­di­ği­ni, haram pa­ra­yı ve ahlâk dışı şöh­re­ti se­vim­li gös­te­re­bil­di­ği­ni, gücü elde ede­bi­len bir muk­te­dir zih­nin hiç­bir koşul ve haklı sebep ara­mak­sı­zın ken­di­sin­den bin­ler­ce km uzak­lık­ta­ki bir coğ­raf­ya­yı kan ve göz­ya­şı­na bo­ğa­bil­di­ği­ni gö­re­rek bü­yü­yen bu­gün­kü kuşak, ya güce ta­pı­na­rak ya da güç­lü­ye tu­tu­na­rak var ola­ca­ğı san­rı­sı için­de ma­ale­sef.
On­la­rın ru­hu­nu bes­le­yen bu geç­miş on­la­rı gö­rü­nür ol­ma­ya, bi­lin­me­ye, kah­ra­man­laş­ma­ya karşı büyük bir aç­lı­ğa sü­rük­le­di ve bu ne­den­le de bugün hak­kın gücü değil, gücün hakkı sahne aldı.
Evet, genç­le­ri­miz açlar çünkü; ya­şa­dık­la­rı bi­rey­sel tarih on­la­ra so­rum­lu­luk al­ma­dan hak sa­hi­bi olma, bedel öde­me­den ha­ki­ka­te ulaş­ma, ba­şa­rı ol­ma­dan şöh­ret sa­hi­bi olma, alın teri ol­ma­dan ka­zanç elde etme, ça­lış­ma­dan ödev çı­kar­ma; hatta zor­lu­ğun is­ten­me­di­ği, acı ve göz­ya­şı­nın öte­len­di­ği, an­la­ma ça­ba­sı­nın zah­met ve­ri­ci ol­du­ğu bir zaman di­li­mi sundu. Doğal ola­rak da en çok ba­ğı­ra­nın, sesi en gür çı­ka­nın veya en güçlü ola­nın sesi du­yul­ma­ya baş­lan­dı. Hemen hep­si­nin sos­yal medya he­sap­la­rı­na bakın, ne demek is­te­di­ği­mi an­la­ya­cak­sı­nız! Se­nar­yo­su “tek kül­tür” üze­ri­ne ku­ru­lan ve bil­gi­nin gü­cü­ne ula­şan top­lum mü­hen­dis­le­ri ta­ra­fın­dan ya­zı­lan bu kur­gu­da; in­san­lar, sı­nır­sız zevk ve kendi ken­di­ne hay­ran­lık vaat eden bir kitle kül­tü­rü için­de, ha­yat­ta­ki ba­şa­rı­la­rı­nı sa­de­ce sahip ol­duk­la­rı ve satın alma kud­ret­le­riy­le ölç­me­ye baş­la­dı­lar. Böyle olun­ca da doğal ola­rak dost­luk, kar­deş­lik, mu­hab­bet, sa­mi­mi­yet, yar­dım­se­ver­lik, top­lum­sal kabul gören ah­la­ki öl­çü­ler ve pa­ray­la öl­çü­le­me­yecek de­ğer­ler yavaş yavaş anlam ve öne­mi­ni yi­tir­di. Tam an­la­mıy­la ba­şar­dı­lar mı?
Bence hayır!
Zira uzak ve yakın tarih; hüz­nün ka­nat­la­rıy­la bir ya­ra­nın sız­la­dı­ğı yer­den dün­ya­ya ba­ka­bi­len ama dün­ya­ya kök sal­ma­dan et­ra­fı­mız­da uçu­şan, nerde bir keder ve sı­kın­tı varsa orada be­li­ren, ha­yat­la­rı­mı­zı gü­zel­leş­ti­ren, kendi ha­yat­la­rı pa­ha­sı­na in­san­la­ra yar­dım eden, öz­gür­lük­le­ri ve hatta can­la­rı pa­ha­sı­na başka in­san­la­ra siper olan kah­ra­man­la­rın hi­kâ­ye­le­ri ile dolu.
On­la­rın bu adan­mış­lık­la­rı hiç bek­le­me­di­ği­miz za­man­lar­da üşü­yen ruh­la­rı­mı­zı sar­ma­lı­yor, uçu­rum­lar­dan aşağı dü­şer­ken yü­re­ği­miz­den tu­tu­yor. Bu şe­kil­de de kâ­inat­ta­ki tüm var­lık­la­rın bir­bi­ri­ne gö­rün­mez mer­ha­met bağ­la­rıy­la bağlı ol­du­ğu­nu ve bi­ri­mi­zin iyi­li­ği­nin di­ğe­ri­nin de iyi­li­ği ol­du­ğu­nu çok daha ber­rak bir şe­kil­de his­se­de­bi­li­yo­rum!
Bil­mi­yo­rum.
Belki de her an düş kur­ma­ya me­yil­li, umut­la­rı­nı bu düş­ler­le bes­le­ye­bi­len, ke­li­me­le­rin sih­ri­ne ina­nan, dün­ya­yı yurt edin­me­miş ve belki de hiç edin­me­yecek olan, insan iliş­ki­le­rin­de ve ha­yat­ta öl­çü­yü ve özel­lik­le de ah­la­ki ze­ka­yı gö­ze­te­bi­len, kü­re­sel ka­pi­ta­liz­min önüne katıp di­le­di­ğin­ce gü­de­me­di­ği bir ha­yal­pe­res­tim belki de.
Belki de (gi­di­şa­tın hızı beni ür­küt­se de) kö­tü­le­rin ve kö­tü­lü­ğün yay­dı­ğı si­ya­hın ba­şı­mız­dan aşağı boca edil­di­ği veya her gün eli­miz­de­ki ek­ran­lar­dan gö­zü­mü­ze so­kul­du­ğu gibi çok da koyu ol­ma­dı­ğı­na inan­mak is­ti­yo­rum. Çünkü ben, ina­nan ve hakki ile tes­lim olmuş bi­ri­nin ateşi gül bah­çe­si­ne çe­vi­re­bi­le­ce­ği­ne ina­nan bir kül­tü­rün göğ­sün­den bes­le­ni­yo­rum. O kadim kül­tür, bana aynı za­man­da za­lim­le­rin bir gün mut­la­ka zul­mün­de bo­ğu­la­ca­ğı­nı, dün­ya­nın tüm ezil­miş­le­ri­nin mer­ha­me­tin soylu mü­zi­ği eş­li­ğin­de sevgi ve kar­deş­lik tür­kü­le­ri söy­le­ye­ce­ği­ni fı­sıl­dı­yor.
Bu yüz­den de halen er­dem­li in­san­la­rın baş­ka­la­rı­nın boz­du­ğu­nu onar­mak için yürek teri dök­tü­ğü­ne, ses­siz se­da­sız kar­şı­lık­sız bir bağ­lı­lık­la do­kun­du­ğu yer­le­ri, yüz­le­ri ve kalp­le­ri imar eden iman şö­val­ye­le­ri ol­du­ğu­na ina­nı­yo­rum. Sa­de­ce iyi­ler yal­nız ve iyi­lik kö­tü­lü­ğün yap­tı­ğı gibi yay­ga­ra ko­par­mı­yor.
Ama bunca maddi iler­le­me­ye rağ­men in­sa­nın ve in­san­lı­ğın ön­ce­ki ne­sil­le­re göre neden daha mut­suz ol­du­ğu­nu dü­şü­nün­ce az önce yaz­dık­la­rım dı­şın­da ak­lı­ma başka ce­vap­lar da gel­mi­yor!
Çünkü bol­luk ça­ğın­da ruh­la­rı­mız aç­lık­tan kıv­ra­nı­yor ve in­sa­nın in­sa­na ne kadar su­sa­dı­ğı­nı gö­re­bi­li­yo­rum. Mad­di­yat üze­ri­ne bina edi­len gün­cel de­ğer­ler, de­rin­le­ri­miz­de sak­la­dı­ğı­mız em­ni­yet­siz­lik his­si­mi­zi uyan­dı­rı­yor ve bizi ancak çok sahip ol­mak­la, sü­rek­li satın al­mak­la mutlu ola­bi­le­ce­ği­miz ya­nıl­gı­sı­na sü­rük­lü­yor. Bu yüz­den de ken­di­mi­zi (yazık ki ah­la­ki sa­da­ka­ti­mi­zi öte­le­ye­rek) zaman satıp para almak zo­run­da his­se­di­yo­ruz.
Bakın bu­gün­kü ha­li­mi­ze.
Bize ben­ze­me­ye­ni çok kolay bir şe­kil­de “düş­man” ha­ne­si­ne ya­za­bi­li­yor, onu aynı ko­lay­lık­la öcü­leş­ti­re­bi­li­yo­ruz!
Bu yüz­den de her­kes, tek ki­şi­lik bir dün­ya­nın ufuk­suz­lu­ğu için­de tut­sak du­rum­da. Ha­yat­la­rı­mı­zın ne­re­dey­se bir­bi­ri­miz­le hiç­bir temas nok­ta­sı kal­ma­mış gibi gö­rü­nü­yor. Aynı evin için­de eş­le­rin ayrı, ço­cuk­la­rın apay­rı bir dün­ya­sı var artık. Aynı şey­le­ri aynı şe­kil­de ya­pı­yor ol­ma­nın bize ortak nok­ta­lar ka­zan­dır­dı­ğı­nı sa­nı­yo­ruz ama bu her­ke­sin bir­bi­ri­ne ben­ze­me­sin­den, tek tip bir ha­ya­tın bütün ha­yat­la­rın ye­ri­ne ge­çi­ril­me­sin­den başka bir şey değil! Bütün ha­yat­la­rı baş­ka­lık­la­rın­dan arın­dı­ra­rak eni boyu belli tek bir hayat dar­lı­ğı­na in­dir­ge­miş ve mah­kûm etmiş olu­yo­ruz sa­de­ce.
Yani tıpkı on­la­rın is­te­di­ği gibi. Mer­ha­me­tin top­ra­ğın­da ye­şil­len­di­ri­len yaban ot­la­rıy­la tek, bi­rey­ci, acı­ma­sız ve mer­ha­met­siz bir kül­tür!
Çünkü bi­linç­li ser­vis edi­len bu kül­tü­rün ki­bir­li ve kirli dili sa­de­ce ken­di­si­ne ait bir yaşam bi­çi­mi ve dü­şün­ce sis­te­mi ola­bi­le­ce­ği­ni, onu ol­du­ğu gibi ka­bul­len­me­mi­zi ya de­ği­şip on­la­ra ben­ze­me­mi­zi ya da “yok ol­ma­mı­zı” ıs­rar­la sa­vu­nan bir kül­tür! Yirmi yıl ön­ce­ki ha­li­miz ile bu­gün­kü ha­li­miz ara­sın­da­ki fark ise bu işi ne kadar kolay ba­şar­dık­la­rı­nın gös­ter­ge­si olsa gerek! Çözüm mü?
Üze­rin­de te­pin­di­ği­miz ma­ne­vi mi­ra­sın göğ­sün­den süt eme­rek kendi gök kub­be­mi­zi inşa ede­bil­mek! Ötesi sa­de­ce zi­hin­sel bir kö­le­lik!
Far­kın­da­lık te­men­ni­siy­le!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.